19 yaşındayım, şu anda da Malatya’da yaşıyorum. Aslında doğma büyüme İstanbul’luyum ama ailevi sebeplerden dolayı birkaç sene önce Malatya’ya taşındım. Üniversitemi de burada okuyorum, ikinci senem. Şehir değişikliği başta garip gelse de artık alıştım diyebilirim. Müzikle ilgilenmeye çalışıyorum, zaman buldukça uğraşıyorum ama henüz bir enstrüman eğitimi alacak vakti ayarlayamadım. Yine de ileride mutlaka bir enstrüman çalmak istiyorum, hatta içimde kesin bir istek var diyebilirim. Şimdilik dinlemek daha baskın durumda, çalamadığım için haliyle müzikle ilişkim biraz daha dinleyici tarafında kalıyor. Ama buna rağmen müzik, hayatımda çok önemli bir yer kaplıyor. Boş zamanlarımda video oyunları, animeler ve mangalarla ilgileniyorum. Dil öğrenmek de ayrı bir hobim; hem eğlenceli geliyor hem de bana farklı bakış açıları kazandırıyor. Küçük yaşlarımdan beri Japon kültürüne maruz kaldığım için bu ilgim bayağı köklü, hatta kişiliğimin bir parçası haline geldiğini söyleyebilirim. Bir de farklı lezzetleri denemeyi çok seviyorum. Yani önceden yemediğim şeyleri tatmak, değişik mutfaklarla karşılaşmak bana keyif veriyor. Böyle şeyler hem ufkumu açıyor hem de günlük hayatı daha renkli hale getiriyor. Kısacası hayatım biraz okul, biraz hobiler, biraz da kendime yeni şeyler katma çabasıyla geçiyor diyebilirim.
Kitap okumayı da bayağı seviyorum, özellikle farklı yazarların kafasına girmek bana ilginç geliyor. Mesela Osamu Dazai’nin eserleri bende ayrı bir yer tutuyor. “İnsanlığımı Yitirirken” okuduğumda kendimi biraz sarsılmış hissetmiştim, çünkü çok içten yazıyor, sanki kendi iç dünyasını olduğu gibi ortaya koymuş gibi. O karamsar havası herkese hitap etmeyebilir ama benim hoşuma gidiyor, çünkü biraz gerçekçi geliyor. Dostoyevski’ye gelince, onun kitapları bambaşka bir deneyim. “Suç ve Ceza”yı okurken karakterlerin psikolojisini öyle bir işlemiş ki insan kendini onların iç çatışmalarında kaybolmuş buluyor. Bir de “Yeraltından Notlar” var, o da kısa ama çok etkili. Dostoyevski’deki derinlik bana hep “insan ruhunun karanlık tarafını” daha iyi anlamayı sağlıyor. Bir de H.P. Lovecraft var tabii. Onun eserleri bence edebiyatta bambaşka bir noktada. Kozmik korku dediğimiz o tarzı öyle bir oturtmuş ki, okurken hem büyüleniyorsun hem de ufak bir tedirginlik yaşıyorsun. Özellikle “Cthulhu’nun Çağrısı” ve “Deliliğin Dağlarında” favorilerimden. Lovecraft’ın yazdıklarında en çok hoşuma giden şey, korkuyu sadece yaratıklara değil, bilinmezliğe ve insanın acizliğine bağlaması. Bu yüzden klasik korku romanlarından çok farklı bir tat veriyor. Genel olarak söylemem gerekirse, bu üç yazarın da kitaplarını öneririm. Hepsinin dünyası farklı: Dazai daha kişisel ve melankolik, Dostoyevski daha derin psikolojik çözümlemelerle dolu, Lovecraft ise insanın evrendeki küçüklüğünü yüzüne vuran bir korku atmosferi sunuyor. Hangisini okursan oku, kendince bir şeyler çıkarabiliyorsun.
FromSoftware oyunlarını seviyorsan zaten bilirsin, onların dünyasına girmek demek biraz sabır, biraz öfke, biraz da inanılmaz bir tatmin demek. En son çıkanlardan başlayayım: Elden Ring. Bu oyun bence açık dünya anlayışını başka bir seviyeye taşıdı. Çünkü çoğu açık dünyada harita büyüktür ama içi boştur ya, Elden Ring’de tam tersi. Haritanın her köşesinde bir şey buluyorsun: küçük bir mağara, gizli bir boss, ilginç bir item ya da lore açısından çok değerli bir detay. Ve o keşfetme hissi inanılmaz. Oyunda sana “git şuraya” diye işaret yok, kendi yolunu çiziyorsun. Atın (Torrent) zaten keşif işini daha keyifli hale getiriyor.
Zorluk kısmı da tam ayarında. Evet, sinir bozucu boss’lar var, hatta defalarca denemek gerekiyor ama işte tam da bu yüzden boss’u yendiğinde öyle bir tatmin hissi geliyor ki hiçbir oyunda bulamıyorsun. Görsel olarak da dünya çok ihtişamlı; o devasa ağaç (Erdtree) uzaklardan gözüküyor ya, sadece o bile atmosferi bambaşka yapıyor. Oyunda yürürken bile kendini kaybedebiliyorsun çünkü her köşe, her manzara sanki tablo gibi tasarlanmış. Hikâyesi de her zamanki gibi parçalı, direkt anlatılmıyor; eşyaların açıklamalarını okuyarak ya da çevredeki küçük detaylara dikkat ederek toparlıyorsun. Bu da oyuna ayrı bir derinlik katıyor.
Sonra gelelim Bloodborne’a… Bloodborne bence FromSoftware’in en karanlık ve en stil sahibi oyunlarından biri. Elden Ring’in devasa açık dünyası yok belki ama atmosfer öyle yoğun ki oynarken resmen içine çekiyor. Gotik şehir tasarımı, o sisli sokaklar, devasa katedraller… hepsi sanki karabasanın içindeymişsin gibi. Ve tabii ki düşman tasarımları… klasik Dark Souls tarzı yaratıkların ötesinde, Lovecraftvari bir korku havası var. Özellikle oyunun ilerleyen bölümlerinde işin içine kozmik korku girince bambaşka bir hal alıyor.
Oynanış da çok hızlı ve agresif. Dark Souls’ta kalkanına güvenebilirsin ama Bloodborne’da öyle bir şans yok. Burada sürekli atak yapman gerekiyor, çünkü hasar aldığında hızlıca karşı saldırı yaparsan canının bir kısmını geri kazanabiliyorsun. Bu da seni daha cesur oynamaya zorluyor. Yani oyun resmen “ya saldır ya öl” diyor. Boss savaşları da unutulmaz; mesela Father Gascoigne dövüşü ya da Lady Maria… sadece mekanikleriyle değil, hikâyeleriyle de çok etkileyici.
Bloodborne’un bir diğer olayı da müzikleri. Elden Ring’deki gibi devasa ve epik değil ama çok daha rahatsız edici, daha gerilimli bir tonda. Boss savaşlarında giren orkestral parçalar tansiyonu iyice yükseltiyor.
Genel olarak ikisini kıyaslarsam: Elden Ring daha büyük, daha özgürlükçü ve keşif odaklı; Bloodborne ise daha karanlık, yoğun ve hızlı tempolu. Ama ikisi de oynarken insana inanılmaz bir deneyim yaşatıyor.
Benim en çok önereceğim oyun kesinlikle Nier olur. Çünkü Nier sadece bir oyun değil, bence resmen bir deneyim. Hikâyesi zaten çok farklı, hatta yer yer ağır geliyor ama o kadar etkiliyor ki insanı, oynarken kendini sürekli düşünürken buluyorsun. Karakterleri de ayrı bir güzel yazılmış, yani hiçbiri düz tip değil, hepsinin acısı, geçmişi, bir derdi var. Ama en baba kısmı müzikleri. Şaka yapmıyorum, oyunu bitirdikten sonra bile soundtracklerini defalarca dinledim. “Weight of the World” mesela… ne zaman duysam direkt oyunun finali geliyor gözümün önüne. Bir de o eğlence parkı sahnesindeki müzik var ya, resmen beynime kazındı. Zaten müziklerin dili bile farklı, tamamen kendine has, sanki başka bir evrene aitmiş gibi. Nier’i oynarken “oyun” oynamaktan çok, başka bir dünyanın içine girmiş gibi hissettim.
Öncelikle Clannad. Eğer dram seviyorsan bu anime tam bir yıkım. İlk başlarda klasik lise ortamı gibi geliyor, hatta biraz hafif espriler, günlük olaylar falan var. Ama “After Story” kısmına geldiğinde işin rengi tamamen değişiyor. Aile, kayıplar, hayatın ağırlığı… ne varsa önüne seriyor. Öyle sahneler var ki, en taş kalpli insanı bile duygulandırır. Açık söyleyeyim, Clannad benim için “bir anime insanın ruhunu nasıl paramparça eder ve sonra tekrar toplar” sorusunun cevabı oldu. İzlerken çok güldüğüm de oldu ama en çok ağladıklarımdan biridir..
Fullmetal Alchemist ise bambaşka bir evren. Elric kardeşlerin hikâyesi hem epik hem çok insani. Edward ve Alphonse annelerini geri getirmek için simyayı en uç noktada kullanmaya kalkıyorlar ve bunun bedelini ağır ödüyorlar: biri kolunu ve bacağını, diğeri ise bütün bedenini kaybediyor. İşte buradan başlayan yolculuk aslında kaybettiklerini geri kazanma çabası gibi görünüyor, ama ilerledikçe olay büyüyor, devletin gizli yüzü, savaşın yarattığı yıkımlar, insanların açgözlülüğü, Tanrı’ya kafa tutma gibi devasa temalara kadar uzanıyor.
Karakter kadrosu inanılmaz geniş ama hiçbir karakter “boş” değil. Mustang, Hohenheim, Armstrong, Scar… herkesin derinliği var. Hatta “düşman” gibi görünen Homunculus’ların bile arka planı var. Serinin en güçlü yanlarından biri de ahlaki çatışmaları: “Amacın uğruna ne kadarını feda edebilirsin?” sorusunu sürekli sordurtuyor. Aksiyon sahneleri zaten akıcı ama en çok akılda kalanı duygusal anları. “Brotherhood” versiyonu bence daha bütünlüklü olduğu için kesinlikle öneririm. Bitirdiğinde uzun süre etkisinden çıkamıyorsun.
Samurai Champloo, Watanabe’nin elinden çıktığı için zaten atmosfer konusunda ayrı bir yerde. Hikâye basit gibi: Fuu adında bir kız, Mugen ve Jin adında iki samurayı yanına alıp “güneş çiçeği gibi kokan samurayı” bulmaya çıkıyor. Yol boyunca farklı kasabalar, farklı olaylar, farklı düşmanlarla karşılaşıyorlar. Ama işin büyüsü bu yolculukta gizli.
En dikkat çekici tarafı müzikleri. Hip-hop ve samuray dönemini bir araya getirmek ilk duyulduğunda garip gelebilir ama inanılmaz uyumlu olmuş. Nujabes’in yaptığı parçalar anime tarihine damga vurdu. Stil olarak da çok farklı: dövüş sahneleri sanki dans ediyormuş gibi akıyor. Karakterler ise birbirinin tam zıttı: Mugen tamamen anarşik, Jin tam bir disiplin timsali, Fuu ise ikisinin arasında denge kurmaya çalışıyor. Hem eğlenceli hem duygusal, hem de çok stil sahibi bir anime.
Tsuki no Sango,
aslında kısa ama etkisi uzun sürüyor. Type-Moon’un yaratıcısı Kinoko Nasu’nun elinden çıktığı için zaten baştan farklı bir hava taşıyor. Tsuki no Sango, kıyamet sonrası bir gelecekte geçiyor; insanlık neredeyse yok olmuş, dünya bomboş. Hikâye, kalan az sayıdaki insanın ay ışığı ve deniz mercanlarıyla örülü bir ortamda yaşam mücadelesini anlatıyor. Ama bunu bir felaket hikâyesi gibi değil, daha çok masalsı bir atmosferde yapıyor.
Çizimleri inanılmaz şiirsel, sahneler sanki bir tabloya bakıyormuşsun gibi. Manga çok uzun değil ama “insanlığın sonu geldiğinde bile hikâyelerimiz yaşamaya devam eder mi?” gibi sorular sorduruyor. Bende bıraktığı his biraz melankoli, biraz huzur oldu. Hani bazı şeyler biter ama geriye kalan izler çok daha uzun yaşar ya, Tsuki no Sango tam olarak onu anlatıyor.
Yotsuba&!,
Yotsuba ise tamamen farklı bir yerde. Bu manga, hayatın en basit şeylerinden bile nasıl büyük bir mutluluk çıkarabileceğini gösteriyor. Küçük bir kız çocuğu olan Yotsuba’nın gözünden günlük yaşamı izliyoruz: uçurtma uçurmak, bisiklete binmek, yeni bir oyuncak görmek… Ama Yotsuba öyle saf bir merak ve enerjiyle her şeye yaklaşıyor ki, okuyucuya da bulaşıyor.
Bu mangayı okurken resmen yüzümde istemsiz bir gülümseme oluyor. Çünkü hayatın ne kadar karmaşık olduğunu düşünüyoruz genelde, ama Yotsuba bize aslında küçük şeylerin de büyük bir anlam taşıdığını hatırlatıyor. Komşular, ailesi, arkadaşlarıyla olan etkileşimleri hem çok eğlenceli hem de iç ısıtıcı. Depresif zamanlarda ilaç gibi gelen bir seri diyebilirim.
Aku no Hana,
Bu manga işin çok daha karanlık tarafında. Shuuzou Oshimi’nin kaleminden çıktığı için zaten rahatsız edici derecede gerçekçi. Başkarakter Takao, Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri” kitabına takıntılı bir lise öğrencisi. Bir gün aniden hoşlandığı kızın spor kıyafetlerini çalıyor ve olaylar çığırından çıkıyor. Burada iş sadece bir “hata” hikâyesi değil; suçluluk, saplantı, utanç, isyan ve topluma yabancılaşma üzerine çok ağır bir psikolojik yolculuk.
Özellikle Nakamura karakteri… Takao’nun yanında duran ama aynı zamanda onun en karanlık yanlarını ortaya çıkaran bir figür. Aralarındaki ilişki, rahatsız edici derecede yoğun ve toksik. Çizim tarzı da bu atmosferi destekliyor; kasvetli, boğucu, bazen çirkin ama çok güçlü. Aku no Hana bende “ergenlik aslında ne kadar karanlık bir dönem olabilir” sorusunu yüzüme çarpmıştı. Çok keyifli değil ama inanılmaz etkileyici bir deneyim.
Chi no Wadachi,
Ve gelelim yine Shuuzou Oshimi’nin bir başka işi olan Chi no Wadachi’ya. Bu manga anne-oğul ilişkisini öyle bir şekilde anlatıyor ki, okurken sürekli rahatsızlık duyuyorsun. Başta sıradan bir aile gibi görünüyorlar ama annenin aşırı korumacılığı ve yavaş yavaş ortaya çıkan davranış bozuklukları işin rengini değiştiriyor. Oğul Seiichi’nin annesiyle yaşadığı bu boğucu ilişki, psikolojik şiddetin en net örneklerinden biri.
Oshimi burada da aynı şekilde atmosferi çok iyi kuruyor. Çizimler minimalist gibi ama yüz ifadeleri öyle bir anlatım gücüne sahip ki, bazen tek bir bakışla sayfayı çeviremiyorsun. Hikâye ilerledikçe annenin davranışları tüyler ürpertici bir hal alıyor ve okuyucu olarak “ben olsam ne yapardım?” diye düşünmeden edemiyorsun. Bu manga bana göre psikolojik gerilim türünde zirve işlerden biri.
KİŞİ
Aktif olarak siteyi inceliyor.
“Her yer canavarlarla dolu…
Sen de er ya da geç onlardan biri olacaksın."